Pandora’nın Kutusu #1 –
Whitley
Uzun zamandır hiç yazı yazmadığımı hatırladım.
Aslında hep aklımdaydı ama bir türlü farklı işlerden buraya zaman ayıracak
motivasyonu kendimde bulamamıştım. Elbette insan istedikten sonra bir şekilde
gerçekten yapmak istediği şeyleri yapabilmek için kendince yollar arayabiliyor
ancak dediğim gibi, henüz o motivasyona nedensizce sahip değildim. Oysa ki
önceden bu yana her zaman kendimi yazarak daha iyi ifade ettiğimi veya yazarak
kendimi rahatlattığımı düşünüyordum. Gerçekten de öyleydi bir bakıma. Ama şimdi
daha çok içimde tutuyorum sanırım. Bu genel hayat kargaşası için de genel
olarak yazı yazılabilecek alanlar için de geçerli. Eskiye nazaran konuşarak daha iyi ifade
ediyor olabilirim kendimi ama yine de yazı yazma işini bırakmak istemiyorum. Bu
bir şekilde hayatımın bir köşesinde yer almalı veya sığınacağım bir yer olarak
kalmalı bence.
Bu nedenden dolayıdır ki bir süredir ne kadar düzenli
olur ne kadar olmaz bilmiyorum ama tekrardan bir şeyler yazmaya geri dönme isteği
uyandı içimde. Wrestling’i artık çok çok uzaktan takip ettiğim için artık pek
yazılabilecek bir konu değildi benim için. Daha farklı alanlara yönelmek istedim,
futbol da yazmak istemiyordu canım. Basketbolu düşündüm önce ama sonrasında onu
da bir kenara aldım. Nihayetinde aniden de olsa biraz müzik konusunda yazmaya
odaklandım. Kesinlikle işin tekniği konusunda bir bilgim yok. Ancak müzik zevki
açısından fena olmadığımı düşünmekteyim. Bu nedenle başlattığım Pandora’nın
Kutusu adlı bu seride kıyıda köşede kalmış, çoğu kişi tarafından bilinmeyen şarkıcıları
ve müzik gruplarını işlemek istiyorum. Bu noktada ilk bahsedeceğim kişi ise
Avustralyalı şarkıcı Whitley olacak.
Belki de bu serinin en ünlü olmayan kişisi olan
Whitley ile tanışmam, 2010 yılına dayanıyor. PES 2011’in müthiş soundtrack’i
içerisinde yakaladığım Head & First & Down ile tanımıştım
kendisini. En ünlü şarkısı ve en çok bilinen şarkısı olan bu şarkı bana
kesinlikle çok yoğun duygular hissettiriyor. İçerisinde barındırdığı yoğun müziğin
de sanırım bunda çok fazla etkisi var. Bir de ne zaman dinlesem o günlere beni
götürdüğünü hissediyorum. Nostalji duygusu fazlasıyla ağır basıyor. Bu kişisel
bir şey elbette ama sanıyorum ki hepimizin hayatının belirli dönemlerini
tanımlayacağı veya dinlediğinde o günleri hatırlayacağı şarkılar vardır. Bazı keşfettiğimiz
şarkıları bazı dönemler o kadar çok dinleriz ki sanki o dönemle özdeşleşirler.
Sanıyorum ki bu şarkının da bende bu tarz bir etkisi var.
Nitekim Head & First Down’u da içeren Go
Forth, Find Mammoth albümü ile ARIA Müzik Ödülleri’nde En İyi Alternatif Yetişkin
Albümü ödülünü 2010 yılında kazanmayı başarmıştı. Ödüllü şarkı Head & First & Down
şarkısını fazlasıyla sevmemin etkisiyle kendisinin başka şarkılarını da
araştırmaya başladım. Özellikle More Than Life, My Heart is not a Machine,
Killer ve I Remember şarkılarına da tutuldum. Asıl adı Lawrence Greenwood
olan şarkıcının bahsettiğim tüm bu şarkıları pek de güncel olmayan bir dönemde
çıkmış durumdalar. Zaten kendisi 2013 yılından bu yana müzik açısından pek de
üretken değildi. Yani özellikle Google’da veya Youtube’da bile araştırsanız
kendisini az sayıda ulaşılabilir materyal bulabiliyorsunuz kendisi hakkında. En
yenileri de 2013 yılına dayanıyordu.
Bununla birlikte geçtiğimiz günlerde kendisini araştırırken
yeni bir albüm çıkarttığını gördüm. 2019 yılının Eylül ayında çıkarttığı P.S.
I'm Haunted ile geri dönmüş. Youtube’da hatta Spotify’da bile artık albümünü
bulabiliyorsunuz. Youtube üzerinden ise 1000’lere bile ulaşmamış bir izlenme
sayısı mevcut. Bu bile aslında bu seri içerisinde işlediğim en az tanınan müzik
üreticisi olduğunun bir kanıtı sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder